Ukrayna, Avrupa’nın desteği ile Rusya’ya karşı direnmeye çalışırken ve Trump yönetimindeki ABD bir anlamda kendi içine çekilirken, Avrupa Birliği hayati bir soruyu cevaplamak zorunda: Rusya (ve belki de Çin) karşısında kendini savunmak için yeniden silahlanmalı ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa ettiği refah devletini bu uğurda feda etmeli mi? Bu kısa yazıda bu sorunun kendisini sorgulayarak bu soruyu cevaplamaya çalışacağız.
Öncelikle, AB’nin cevaplaması gereken bu soru maalesef artık sadece teorik bir mesele değil. Keza Fransa, Almanya ve diğer AB ülkeleri, askeri harcamalarını milli gelirlerinin yüzde 3,5’ine ve hatta yüzde 5’ine çıkarmayı planlıyorlar.
Savunma harcamalarının artırılmasını savunanlar, artık netleştiği üzere Avrupa’nın ABD’ye bel bağlayamayacağını iddia ediyor. Buna göre NATO yükümlülüklerini yerine getirmeyen müttefiklerin kendi başlarının çaresine bakması gerektiğini açıkça belirten Trump yönetiminin Ukrayna’yı da yalnız bırakması, ABD’nin artık güvenilir bir müteffik olmadığına işaret ediyor. Daha da net bir tabirle Trump’ın AB’yi yüzüstü bıraktığı görülüyor.
Öte yandan AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi isimler, yeniden silahlanmanın stratejik bir zorunluluk olmasının yanında ekonomik bir fırsat olduğunu da savunuyor. Bu yatırımların yenilikçiliği teşvik edeceği, istihdam yaratacağı ve Avrupa’yı daha özerk kılacağı öne sürülüyor. Liberal ekonomist Martin Wolf, bunu demokrasiyi savunmak adına ahlaki bir zorunluluk olarak görüyor. “Savaşlar yeniliklerin anasıdır” diyerek İsrail ve Ukrayna’yı askeri yatırımlarla ekonomik dönüşüm yaşayan ülkeler olarak örnek gösteriyor.
Elbette güvenlik gerekçesi oldukça ikna edici gibi görünebilir, özellikle de tüm dünya istikrarsız ve belirsizliğin en üst safhada olacağı bir döneme girmişken. Trump yönetiminin de bir dört yıl hız kesmeden bu ulusalcı içe dönük politikalarında bir değişikliğe gideceğini beklemek de pek gerçekçi değil gibi. Ancak, geniş bir literatürde tartışılan bu klasik silah-tereyağı ikilemin göre Avrupa’da “yeni” refah devleti silah üreticilerinin askerlerin kumanyalarında ekmeklerine sürecekleri tereyağı mı olacak? Daha doğrudan yazmak gerekirse, silahlanmanın finansmanı için refah harcamalarını kısmak mantıklı mı, ya da gerekli mi?
Öncelikle, Avrupa’nın refah sistemi zaten bir anlamda hem İkinci Dünya Savaşı sonrası hem Soğuk Savaş sonrası silah-tereyağı ikileminde tercihi tereyağından yana yapılmasının sonucu olarak görülebilir. Bu perspektife göre, Avrupa’nın bugün sahip olduğu güçlü devlet yapıları ile göreli olarak yüksek yaşam memnuniyetine sahip yurttaş profili, büyük ölçüde Soğuk Savaş sonrası dönemde askeri harcamalardan vazgeçilerek refah devletlerinin güçlendirilmesi yönünde alınan siyasi kararların ürünüdür. Bu süreçte elde edilen ‘barış temettüsü’, yalnızca sosyal harcamaların artırılmasını değil, aynı zamanda kamu altyapısının kapsamlı biçimde yeniden inşasını ve toplumsal eşitsizliklerin giderilmesini mümkün kılmıştır. Oysa Fransa’da Macron’un “savaş ekonomisi” çağrısı, sosyal harcamaların askeri gerekçelerle budanacağı korkusunu tetikledi. Hem sağ hem sol muhalefet, Ukrayna bahanesiyle kemer sıkma politikalarının meşrulaştırıldığını öne sürüyor. Almanya’da ise Yeşiller ve Sosyal Demokratlar, sosyal harcamaların dondurulmasına karşı direnç gösteriyor. Ekonomi Bakanı Robert Habeck, sosyal uyumun bozulmasının aşırı sağın elini güçlendireceğini savunuyor. Benzer kaygılar diğer Avrupa ülkelerinde de mevcut.
Peki silah-tereyağı ikileminin kaçınılmaz olmadığını düşünen siyasetçiler yok mu? Var. Örneğin, Jeremy Corbyn, bu tartışmanın, ölüm ve yıkımı halkın refahının önüne koyan ahlaki bir başarısızlık olarak nitelendiriyor. Yükselen savaş korkusunun zemin hazırladığı savaş ekonomisinin Rusya ve olası diğer tehditlere karşı Avrupa’nın güvenliğini artıracağı ve aynı zamanda refah harcamalarını kıssa da yeni üretim alanları yaratarak ekonomik canlanmayı sağlayacağı iddia edilmekte. Yani bir kez daha “askeri Keynesçilik” olarak bilinen teorinin aslında çoğu kez yanlışlanmış savlarına başvurulmakta: “Askeri harcamalar toplam talebi artırarak ekonomik büyümeye yol açar”. Şu an Avrupa’da bazı liderlerin aslında iddia ettikleri şu şekilde özetlenebilir: Bir güvenlik krizi var, bu krizi aşmak aslında yeni fırsatlar doğuracak ve artan büyüme Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durmasına yol açacak. Yani özgürlüğünü ve elindeki tereyağını tamamen kaybetmemek için tereyağının bir kısmını kaybetmeyi göze alacaksın. Ama bu, uzun vadede sana tereyağını da geri getirecek.
Peki Askeri Keynesçilik gerçekten de ekonomik büyümeye yol açıyor mu? Askeri harcamalar gerçekten de yeni ekonomik fırsatlar iş imkanları yaratır mı? Söz konusu ampirik çalışmalar, ekonometrik çalışmalar olunca, bazen bir yargıya varmak daha zor olabiliyor. Özellikle, konu sosyal politikalar ve makro ekonomik kararlar olunca, aynı veri seti aynı dönem ve aynı ülke grubuna bakıp, hatta aynı yöntemi kullanan iki araştırmacının birbirine zıt iki sonuç bulması ekonometrik çalışmalarda hiç de şaşırılacak bir durum değildir. Keza, askeri harcamaların ekonomik büyümeye yol açtığını iddia eden yüzlerce çalışma varken bir o kadar çalışma da bunun tersini iddia etmekte. Peki, hangisine “inanmak” gerek? Görece daha yeni ve/veya daha ileri ekonometrik yöntemler kullanan çalışmaların daha büyük bir kısmı askeri harcamaların ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediğini gösteriyor. Bunun nedenlerini bu köşenin yazarlarından Adem Yavuz Elveren kendi modellerinde, ekonometrik çalışmalarında ayrıntılı olarak gösteriyor.
Peki o zaman Avrupa Birliği, “bu iki ucu negatif” sopayı (yani bir yanda yükselen Rusya tehdidi diğer yanda Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin en önemlilerinden biri olan görece cömert refah sistemlerinden vazgeçmek) sihirli bir sopaya dönüştürebilir mi? Yani o sopa ile şapkadan tavşan çıkarmak mümkün mü? Sosyal yardımları kesmek yerine refah ve savunma harcamalarında verimlilik artışına gitmek, savunma harcamalarını AB düzeyinde koordine etmek ve illa da tereyağı değil silah üretilecekse de bunu tamamen özel sektöre bırakmadan en azından kamu ortaklıkları ile yapmak daha iyi olacaktır. En azından, bu üretken olmayan askeri üretim tamamen özel sektöre kâr yaratmak yerine, kamuya vergi geliri olarak bir nebze daha az negatif sonuç yaratmış olur. Elbette, madem mesele ulusal güvenlik öyleyse herkesin elini taşın altına koyması gerekir, yani büyük şirketlerden ve zenginlerden daha fazla vergi alınması da faydalı olacaktır.
Özetle, elbette Rusya’nın gerçek ya da algılanan tehdidi ve ABD’nin kendi içine kapanması daha güçlü bir Avrupa ordusunu zorunlu kılıyor olabilir ama bunun bedeli sosyal hakların tırpanlanması olmak zorunda değil. Avrupa’nın kendi savaş ve demokrasi deneyimlerini düşündüğümüzde, hem yurttaşlarını hem değerlerini koruyacak bir yol bulabileceğini düşünüyoruz. Bu yol daha adil vergilendirme, savunma işbirliğini artırma ve en önemlisi diplomasi ve diyaloğun güçlendirilmesinden geçiyor.