Daron Acemoğlu’nun James A. Robinson ile 2012 yılında yayınladığı “Ulusların Düşüşü” (Why Nations Fail) adlı eserinde kalkınmayı belirleyen ana unsurun kurumlar olduğunu söylerken aslında çok temel bir soru soruyor: Bir ülkeyi güçlü yapan nedir? Kaynakları mı? Coğrafyası mı? Elbette hayır. Ona göre mesele; hukukun üstünlüğü, kapsayıcı kurumlar, özgür bireyler ve yeniliğe açık bir üretim yapısı. Yani bir ülke ne kadar üretken, adil ve özgürse o kadar güçlü.
Bernard Lewis ise “Hata Neredeydi?” kitabında Doğu’nun, özellikle İslam coğrafyasının, Batı karşısında neden geride kaldığını anlatırken “hataların yüzyıllar önce yapıldığını” vurguluyor. Ona göre problem sadece teknik değil, aynı zamanda zihniyet. Batı bilimsel devrimle evrimleşirken, Doğu “Neden biz değil de onlar?” sorusunun cevabını aramaktan çok, kendi içine kapandı.
Bugün dönüp baktığımızda, bu iki bakış açısının birbirini tamamladığını görüyoruz. Ve evet, bazı uluslar hâlâ aynı hataları yapmaya devam ediyor.
Sanayileşme trenine bin(e)meyenler
Sanayi Devrimi, Doğu için bir dönüm noktası değil, kaçırılmış bir fırsattı. Osmanlı, İran, Hindistan gibi büyük medeniyetler sanayileşmenin kıyısında durdu ama içine giremedi. Bunun nedeni yalnızca sermaye yetersizliği değil; bilimden, özgür düşünceden, hukuktan ve birey haklarından uzaklaşmalarıydı.
Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı, küresel düzenin kartlarını yeniden dağıttı. Almanya ve Japonya çöktü, ama demokratik reformlar, eğitim ve üretim seferberliğiyle küllerinden doğdular. İngiltere imparatorluğunu kaybetti ama kurumlarını korudu. Sovyetler ise ekonomik merkeziyetçilik ve hukuk dışılığı nedeniyle çöktü. Şimdi benzer bir sınavı günümüz devletleri veriyor.
Tarih tuhaf bir şekilde tekerrür etmiyor; daha çok varyasyonlarla geri dönüyor. Bugün dünya, 20. yüzyılın ilk yarısındaki karmaşaya benzer bir türbülansa doğru sürükleniyor. Fakat bu kez cepheler farklı: Tüfek yerine gümrük tarifeleri, tank yerine teknoloji ambargoları kullanılıyor. Diplomasi değil, algoritmalar savaşıyor.
Ve şimdi… Trump geri döndü.
Ve elini korkak alıştırmadan… Seçilir seçilmez ilk iş Çin’e yönelik gümrük tarifelerini artırdı, Avrupa’yı “bedavacı müttefik” olmakla suçladı. Korumacılık politikalarına hız verdi, Amerikan şirketlerine açıkça “yurda dönün” çağrısı yaptı. Bu sadece ABD ekonomisi için değil, dünya için de yepyeni bir türbülansın işareti.
Trump zaten ilk döneminde “America First” (önce Amerika) diyerek küresel ticaret sistemine meydan okumuştu. Şimdi o savaş, ikinci perdesine geçiyor. Fakat bu defa sadece Çin’le değil, Avrupa’yla da sert bir dalaş kapıda.
Yeni Soğuk Savaş: Ticaretin silah haline gelmesi
2025 itibarıyla, ABD Başkanı koltuğuna yeniden oturan Donald Trump, tam da beklenildiği gibi Çin’e ve Avrupa’ya karşı ekonomik yaptırımları sertleştirdi. Trump’ın ilk döneminde başlattığı Çin karşıtı ticaret savaşı, görünüşte Amerikan işçisini koruma amacı taşıyordu. Ancak gerçekte, küresel tedarik zincirini dinamitleyen bir rekabet stratejisiydi. Şimdi aynı savaş, çok daha büyük bir iştahla yeniden sahnede. Ve bu kez, sadece telefon veya çip değil, enerji, otomotiv ve hatta yapay zeka alanlarında da büyük bir çatışma yaşanıyor.
Harvard Profesörü Dani Rodrik, bu süreci “hiper-korumacılık dönemi” olarak adlandırıyor. Ona göre artık ülkeler ticareti değil, güvenliği ve egemenliği önceliyor. Ve bu dönüşüm, sadece Çin’i değil, Avrupa’yı da vuracak. Çünkü ABD, Avrupa’nın Çin’le “fazla yakın” ilişkilerinden rahatsız. Trump yönetimi açıkça mesaj veriyor: “Ya bizimlesiniz ya karşımızda.”
Avrupa Birliği’ne, özellikle otomotiv ve yeşil teknoloji alanında açık açık “ticari misilleme” uyarısı yapıldı. Kısacası: Serbest piyasa dönemi bitiyor, ticaret blokları dönemi başlıyor. Trump’ın tarifeleri artırması, Çin’e yönelik teknoloji kısıtlamalarını genişletmesi ve Avrupa’nın otomotiv sektörünü hedefe alması; küresel tedarik zincirlerinin daha da parçalanmasına neden olacak. Ticaret artık bir müzakere değil, bir savaş enstrümanı. İhraç ürünleri değil, artık “ambargolar” dünya gündemini belirliyor.
Çin de boş durmuyor. İç pazarı büyütme, teknolojide kendine yeterlilik, Güneydoğu Asya merkezli yeni ittifaklar gibi stratejilerle Batı’ya karşı gardını alıyor. Avrupa ise iki süper güç arasında kalmış durumda. Bir yanda ABD’yle savunma ittifakı, diğer yanda Çin’le milyarlarca dolarlık ticaret ilişkileri.
“Jeo-ekonomik kutuplaşma” olarak tanımlanan bu dönemde, artık mesele sadece para kazanmak değil, kimin kiminle ticaret yapmasına izin verileceği… Bu da ticaretin rotasını devlet başkanlarının ruh haline bağlı hale getiriyor. İstikrarın yerini belirsizlik alıyor.
ABD, hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Ama Trump’ın başlattığı ve Biden’ın da bir ölçüde sürdürdüğü serbest piyasa ilkelerini tartışmalı hale getiren ticaret savaşları, aslında bir ekonomik mücadeleden çok daha fazlası. Bu, teknolojik liderlik, veri egemenliği ve jeopolitik hakimiyet için verilen yeni nesil bir Soğuk Savaş. Çin’e uygulanan gümrük vergileri kısa vadede ABD sanayisine nefes aldırdı ama uzun vadede tedarik zincirlerini bozdu. Çin de bu savaşa karşılık verince, küresel üretim sistemi büyük bir stres testine girdi.
Ticaret savaşlarının yeni cephesi: Küreselleşmenin tersine akışı
Ekonomist Nouriel Roubini, bu durumu “deglobalizasyon dalgası” olarak tanımlıyor. Ona göre dünya, pandemi ile başlayıp savaşlarla devam eden ve son olarak da ticaret savaşları nedeniyle “tedarik zincirlerinin bölgeselleştiği ve güvenliğin ekonomik verimliliğin önüne geçtiği” yeni bir döneme giriyor.
Roubini açık açık uyarıyor: “Tedarik güvenliği adına yapılan milliyetçi hamleler uzun vadede herkesin zararına olacak.”
MIT’den Simon Johnson ise bu kırılmanın, küresel refahı ciddi şekilde tehdit ettiğini vurguluyor. Çin’in teknolojik yükselişi ve ABD’nin buna gümrük duvarlarıyla yanıt vermesi, sadece iki ülkenin değil, tüm dünyanın büyümesini aşağı çekiyor. Avrupa Komisyonu’nun raporlarında da açıkça görülüyor: Eğer korumacılık artarsa, Avrupa’nın büyümesi %1,5’e kadar düşebilir.
Avrupa: Arada kalan kıta
Avrupa, hâlâ dünyanın en büyük ikinci ekonomisi. Ancak yaşlanan nüfus, üretkenlik artışının sınırlı kalması ve dışa bağımlı enerji politikaları, kıtanın manevra alanını daraltıyor. Avrupa Birliği, yeşil dönüşüm projeleriyle ve dijital regülasyonlarıyla küresel ekonomide ahlaki üstünlük kurmaya çalışıyor. Ama ne yazık ki artık dünyada kurallar değil, çıkarlar konuşuyor. Ve Avrupa bu oyunda ne Çin kadar agresif ne de ABD kadar pragmatik. Avrupa bu çekişmenin ortasında kalıyor; bir yandan Çin’le ticari ilişkilerini sürdürmek istiyor, diğer yandan ABD ile olan güvenlik ittifakını zedelemek istemiyor.
Avrupa, çevreci dönüşüm ve teknoloji yatırımlarına yönelmiş olsa da, yaşlanan nüfus, artan göç dalgaları ve enerjide dışa bağımlılık nedeniyle kırılgan. Çin ise büyük adımlar atıyor ama hâlâ özgürlük, hukuk ve insan hakları gibi alanlarda ciddi soru işaretleri taşıyor.
AB’nin Yeşil Mutabakat hamlesi, sürdürülebilirlik açısından umut verse de, rekabetçilik anlamında soru işaretleri yaratıyor. Özellikle karbon sınır vergisi gibi uygulamalar, kısa vadede sanayiye yük bindiriyor.
Avrupa’nın en büyük problemlerinden biri de hızla dijitalleşen dünyaya entegre olmakta zorlanması. ABD Silikon Vadisi’ni ve Çin Shenzhen’i üretirken, Avrupa hâlâ regülasyonlarla uğraşıyor. Bu yavaşlık, küresel teknoloji yarışında kıtayı geriye düşürüyor.
Üretimini Çin’e bağımlı hale getiren Almanya, teknolojide ABD’nin gerisinde kalmaktan korkuyor. Fransa, AB içindeki siyasi dağınıklıktan muzdarip. Enerji krizleri, göç dalgaları ve yaşlanan nüfus, Avrupa’yı kırılgan bir dev haline getirmiş durumda.
Avrupa’nın önündeki en büyük sınav, bu jeopolitik kırılmalar içinde kendi sanayi altyapısını nasıl koruyacağı. Aksi halde “yeşil ama güçsüz” bir kıtaya dönüşme riski oldukça yüksek.
Kısacası; sadece büyümek yetmiyor. Nasıl büyüdüğünüz, kimle büyüdüğünüz ve ne uğruna büyüdüğünüz artık daha önemli.
Peki ya Türkiye?
Tam bu küresel türbülans içinde Türkiye, kendi içinde ayrı bir türbülans yaşıyor. Daron Acemoğlu’nun Ulusların Düşüşükitabında dediği gibi:
“Bir ülkenin kaderi, kurumlarının kaderidir. Eğer bir ülkede kurumlar bağımsız değilse, üretim ve yenilik kısıtlanır. Bu da çöküşü başlatır.”
Ve bizim kurumlarımız… Uzun süredir alarm veriyor.
Dış dünyada fırtına koparken, Türkiye içeride çok daha sert bir kasırgayla boğuşuyor. Üretim yerine inşaat odaklı büyüme modeli benimsenirken, katma değerli sanayileşme yeterince desteklenmedi. Kurumlar zayıflamış, hukuk sistemi güven vermiyor, eğitim sürekli değişen sistemler içinde kalitesini kaybetmiş durumda. Bilim üretemeyen üniversiteler, liyakatsiz kadrolar, dışa bağımlı bir üretim modeli…
IMF ve Dünya Bankası raporlarında Türkiye, “orta gelir tuzağına sıkışmış, dış kaynak ihtiyacı yüksek, yapısal reformlara dirençli” bir ülke olarak tanımlanıyor. Daron Acemoğlu da sık sık dile getiriyor:
“Türkiye’nin sorunu kaynak eksikliği değil; kurumların etkinliğini kaybetmesi ve liyakat sisteminin zayıflaması.”
Ve en acısı: önü alınamayan enflasyon. Resmi rakamlara göre yıllık enflasyon %70’lerde ama vatandaşın yaşadığı hayat pahalılığı bunun çok üzerinde. Markette etiket değiştirme hızı, döviz kuru gibi anlık takip ediliyor. İnsanlar artık gelirini değil, kayıplarını konuşuyor.
Bu kriz ortamından en çok etkilenen ise “en büyük umudum geçmişe dönmek” diyen gençler. Umut etmek yerine gitmenin yollarını arıyorlar. Üniversite mezunları bile asgari ücretle iş bulamıyor. Nitelikli beyinler yurt dışına kaçıyor. Bir ülkenin geleceği göç ediyorsa, bugünü ne kadar güçlü olursa olsun, yarını zayıftır. OECD verilerine göre Türkiye, beyin göçünde Avrupa’nın zirvesine oturmuş durumda. Bu sadece ekonomik değil, sosyolojik bir kırılma.
Ekonomi yönetimi kısa vadeli çözümlerle günü kurtarmaya çalışıyor ama yapısal sorunlar büyümeye devam ediyor. Türkiye uzun süredir orta gelir tuzağında. Yani büyüyor ama zenginleşemiyor. Üretiyor gibi görünüyor ama katma değeri düşük işler yapıyor.
Türkiye’nin çöküşü yüksek sesli bir patlama gibi değil, sessiz bir sönüş gibi ilerliyor. Göz göre göre, adım adım…
Peki ya Dünya? Gelecek nereye gidiyor?
Bugün dünya yeniden şekilleniyor. Yapay zeka, iklim krizi, savaşlar, göçler, tedarik krizleri derken tarihin hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu fırtınalı ortamda ayakta kalmak isteyen ülkelerin bir yol ayrımında olduğunu söylemek abartı değil.
ABD, Trump’la birlikte daha da içe kapanabilir. Bu, doların küresel rolünü bile tehdit edebilir. Çin, kendi içinde dev bir pazar yaratmaya çalışıyor ama Batı teknolojilerine erişimi kısıtlanırsa büyümesi yavaşlayabilir. Avrupa, ekonomik anlamda sıkışmışken, siyasi olarak da parçalanma riskiyle karşı karşıya.
Yani dünya sisteminin taşıyıcı kolonları tek tek çatlıyor.
Küresel ekonomi, yeni bir denge arıyor ama bu denge büyük ihtimalle eski küreselleşmenin değil, yeni bloklaşmaların üzerine kurulacak. Bu da özellikle Türkiye gibi “araya sıkışmış” ülkeler için daha fazla belirsizlik, daha fazla risk demek.
Son söz: Hatalar tekrarlanırsa çöküş kaçınılmaz
Bernard Lewis, “Hata neredeydi?” sorusunu sormuştu Doğu dünyası için. Bugün aynı soruyu biz de kendimize sormalıyız. Çünkü hata geçmişte değil, hâlâ devam eden tercihlerimizde gizli.
Eğitimi önemsememek, hukuku zayıflatmak, üretimi inşaata feda etmek, bilim ve teknolojiyi küçümsemek, liyakati dışlamak, gençleri duymamak…
Tüm bu hatalar zinciri, bir ülkeyi çürütür. Çöküş, çoğu zaman büyük patlamalarla gelmez. Sessizdir. Yavaş ilerler. Göz göre göre… Ve ancak toplum, bu gidişi fark edip direnirse yön değişir. Ta ki herkes aynı soruyu sormaya başlayana kadar: “Biz nerede hata yaptık?”
Ve en tehlikelisi: Krizler artık geçici değil, kalıcı bir hale geldi. Daron Acemoğlu’nun dediği gibi:
“Ulusların düşüşü kader değil, kurumların tercihidir.”
Türkiye’nin de, dünyanın da bu tercihlere yeniden bakması gereken bir dönemdeyiz. Çünkü tarih, uyarılarını asla boşa vermez.
Geleceğe dair 3 kritik soru
Bu noktada hep birlikte şu üç soruyu dürüstçe sormamız gerekiyor:
- ABD-Çin ticaret savaşında dünya nereye savrulacak?
Cevap: Daha çok bölünme, daha az iş birliği. Tedarik zincirleri yeniden şekillenecek. Ekonomiler daha çok içe kapanacak. - Avrupa bu mücadelede ağırlık koyabilir mi?
Cevap: Ancak siyasi birlik sağlanırsa ve sanayide dijital dönüşüm hızlandırılırsa Avrupa ağırlık koyabilir. - Türkiye bu yeni düzende nerede duracak?
Cevap: Eğer kurumlar onarılmaz, liyakat esas alınmaz ve genç kuşaklara umut verilmezse; sadece dışarıda değil, içeride de kaybeden oluruz. Genç nüfus potansiyeli yüksek ama bu potansiyelin değerlendirilmesi için eğitim, adalet ve özgürlükte ilerleme gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye, üretimde değil, tüketimde büyüyen bir ekonomi olarak kalır. Oysa 21. yüzyıl, sadece üretenlerin değil; adil, kapsayıcı ve esnek sistemler kuranların yüzyılı olacak.
Şimdi asıl soru şu:
Doğru tercihler için hâlâ zaman var mı?