Marka yaratmanın ve onu korumanın, günümüzün sert rekabet ortamında oldukça zor olduğu bilinen bir gerçektir. Küresel ticaretin geliştiği, ürün ile hizmet kalitelerinin birbirine yaklaştığı bu yüzyılda, markalar, işletmelerin rekabetçi pazarda var olabilmeleri için belirleyici bir rol oynamaktadır. Ülkemizin marka tarihine baktığımızda, 237 yılı aşkın bir sürede başarılı bir şekilde ayakta kalan Hacı Bekir Lokumları gibi köklü markalar dikkat çekmektedir. Aynı şekilde, 100 yıl veya daha fazla süredir varlığını sürdüren ve kendilerini sürekli olarak yenileyen birçok başka Türk markası da bulunmaktadır. Fakat buna karşın, bazı markalar ekonomik durgunluklar, finansal zorluklar, kötü yönetim, kamu müdahalesi, politika değişiklikleri veya düzenlemeler ya da zamanın ruhuna uymayan yanlış stratejiler yüzünden yok olmaya mahkum hale gelmektedir.
Türk markalarının kaybolmasının arkasındaki nedenler, her bir markanın kendi özel koşullarına ve sektörlere bağlı olarak değişebilmektedir. Ancak genel olarak, rekabetçi iş dünyasında ayakta kalmak için sürekli yenilik ve uyum gerektiğini unutmamak önemlidir. Sümerbank, Osmanlı Bankası ve Anadol gibi bazı markaların zaman içinde kaybolan öyküsü geçmişin parlak dönemlerinden ne yazık ki unutulmaya doğru uzanmakta ve artık tarihsel belgelerde yaşayarak eski günlerin izlerini taşımaktadırlar.
İnsan odaklı tasarım ve kalkınma hamlesi: Sümerbank
1929 ekonomik krizi, özel sektörün sanayileşme çabalarını duraklattı, küresel ticaret durgunlaştı ve buğday gibi tarım ürünlerinin fiyatları düştü. Bu dönemde çiftçilerin ekonomik durumu kötüleşti. Ancak Türkiye, diğer ülkelerin aksine dış borç almaktan kaçındı ve dahası Osmanlı döneminde alınmış olan borçları ödemeye başladı. Dünya ekonomik koşulları ve devletin müdahalesiyle birlikte sanayileşme öne çıktı. 1925’te 3.957 kilometre olan demiryolu ağı, 1935’e gelindiğinde 6.669 kilometreye ulaştı. Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1930’lu yıllarda, Atatürk’ün liderliğinde 1929 dünya ekonomik buhranına karşı akılcı bir çözüm geliştirerek özel teşebbüsü de dışlamayan devletçi bir modelle yatırımlara başladı.
Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı ve dokuma, maden, kağıt, seramik ve kimya sanayi dallarında fabrikalar kurulması kararı alındı. Gerçekleşen toplam yatırımların yüzde 95’ini Sümerbank’ın, yüzde 5’ini ise İş Bankası’nın yapması planlanmıştı. 11 Temmuz 1933’te bir bankadan çok daha fazlasını gerçekleştiren bir kalkınma modeli olarak Sümerbank kuruldu. Ayrıca Sümerbank ile Kayseri, Nazilli ve Malatya bez fabrikaları, Karabük Demir Çelik Fabrikası, deri ve kundura fabrikaları gibi pek çok fabrika da kuruldu. 1934 yılından itibaren her yıl, Sümerbank’ın pamuk ipliği, pamuklu dokuma, yün ipliği, yünlü dokuma, ayakkabı, demir-çelik, selüloz, kağıt, odun hamuru, kaolin, ve çimento üretiminde önemli artışlar yaşandı.
Söz konusu ürünlerin iç tüketimi büyük ölçüde Sümerbank üretimiyle karşılandı. Sümerbank fabrikalarının başka bir özelliği de insan odaklı bir anlayışta faaliyet göstererek çalışanlarına pek çok sosyal imkan sağlamasıydı. Sanayileşme, temelde makineler ve üretim teknolojisiyle ilgilidir, ancak Sümerbank’a odaklandığımızda, inşa edilen sadece bir fabrika değil, insanı merkeze koyan, yaşayan ve yaşatan canlı bir kompleks kampüs olarak görülmelidir. 1987 yılında Sümerbank’ın özelleşmesi kararı alındı, 1999’da TMSF’ye devredildi ve 2002 tarihinde ise Sümer Holding Satış Mağazaları’nın kapatılmasıyla birlikte Türkiye’nin umudu olan Sümerbank tarihin tozlu sayfalarına karıştı.
Otomotiv sektöründe kaybolan markalar: Devrim ve Anadol
Türkiye otomotiv sektörü 70 yıllık geçmişinde bazı girişimlerde bulunmasına rağmen istenen düzeyde gelişim sergileyememiş ve markalaşamamıştır. Bu alanda ilk olarak 1961 yılında Türkiye’de otomobil üretimini başlatmak ve dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla “DEVRİM” adı verilen otomobil üretilmiştir. Ancak oldukça kısıtlı kaynaklarla tasarlanıp üretilen Devrim, Türkiye’de üretilen ilk otomobil olma özelliğini taşısa da 4 adet prototip üretiminin ötesine geçememiştir ve üretimine devam edilememiştir.
Türk otomobil üretim sanayi 1966’da ikinci bir girişimde bulanarak Koç Holding ve Ford ortaklığıyla Otosan’ın İstanbul’daki fabrikasında ANADOL marka otomobili üretmeye başlamıştır. Türk milletinin kolektif hafızasında yer edinen ve yerli otomobil heyecanını yaşatan Anadol ülkemizin ilk seri üretim araç markasıdır.
Aynı zamanda Türkiye’nin ilk ralli arabası da olan Anadol, bazı yabancı pazarlarda da popülerlik kazanmış olmasına rağmen 1984 yılında üretimine son verilmiştir. Türkiye otomotiv sanayi için bir dönüm noktası olan bu gelişmeler, teknolojik ilerlemelere ayak uydurulamadığından süreklilik gösterememiş ve doğal olarak yerini daha yenilikçi ve verimli iş modellerine bırakarak rekabet gücünü kaybetmiştir. Anadol’dan sonra Türkiye’de otomotiv sektörünün gelişimi büyük oranda montaj sanayi ile devam etmiştir.
Unutulmaya yüz tutan markalar
1960 yılında ilk kez seri olarak üretilmeye başlanan mekanik halı süpürge markası olan GIRGIR, “GırGır giren eve dırdır girmez” reklam sloganını kullanarak Türkiye’de milyonlarca eve girmiştir. 1960’lı yıllarda çalı süpürgesinin yerine geçen büyük bir yenilik olarak görülen Gırgır, firmanın patentli markası olsa da çok yaygın kullanıldığı için bu tür süpürgelere verilen genel bir isim olmuştur.
1970 ve 1980’li yıllara damga vuran bir başka marka da BELDE PİNOKYO bisikletleriydi. Şu an 50’li yaşlarda olanların gayet iyi hatırladığı, katlanarak bagajda taşınma özelliği ile rahat bir kullanım sunan ve fransız bisiklet teknolojisi kullanılarak üretilen Pinokyo bisikletleri de tarih sayfalarına karışmak durumunda kalmıştır.
Türkiye markalar tarihinde, sadece mekanik ürünlerde değil içecek sektöründe de markalaşma girişimlerinde bulunulmuştu. Niğdeli bir Rum olan Aleksandr Mısırlıoğlu, 1890’da Fransa’ya giderek gazoz üretim ekipmanını ve gazoz üretim hakkını satın alarak Anadolu’ya gazozun girişini sağlamıştır.
1908’de İstanbul’da HASAN BEY ve HÜRRİYET, 1917’de NEPTÜN, 1923’te BEYAZ RUS ve CUMHURİYET gazozları, 1938’te OLİMPOS, Feriköy’deki BOMONTİ, Büyükdere’deki KOCATAŞ ve Demirkapı’daki YALOVA GAZOZ fabrikalarında üretilen gazozlar Türkiye pazarına girmiştir. 1969 yılında üretimine başlanan sade ve portakal aromalı çeşitleriyle 1970’lerde çok sevilen ELVAN gazozları da 1988 yılında üretimini durdurmuştur.
Yeniden hayat bulan markalar
1900 doğumlu Gürcü bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelen Paul Zazadze tarafından 1931’de Türkiye’nin ilk, dünyanınsa üçüncü tıraş bıçağı fabrikası kurulmuştur. 1931 yılına kadar Almanya’dan ithal ettiği jiletlerin satışını yapan Zazadze, jilet dışında talk pudrası, tıraş sabunu gibi farklı kozmetik ürünler de üreterek Kartal, Lord, Paul gibi 60’dan fazla alt marka yaratmış, bu markalarla hem yurtiçi hem de yurtdışı pazarda üretim yapmıştır. Ürün gamının genişlemesiyle ZAZA markası Anadolu’da tanınarak, bakımlı erkeklerin favorisi haline gelmiştir.
1960 yılında Zaza, Jewel ve Wilkinson firmalarıyla joint venture şeklinde çalışarak ilk paslanmaz çeliğe sahip tıraş bıçaklarını üretmiştir. 1964 yılında Amerikan Perma-Sharp firmasıyla ortak olarak firmanın isim haklarını satın almış ve bir Türk markası haline getirmiştir. Türkiye tıraş pazarı için büyük bir adım olan bu satın alma sonrası 1991 yılına kadar Türkiye’de en kaliteli jiletleri üreten ve tüm dünyada tercih edilen marka daha sonra Gillette tarafından satın alınarak üretimi Rusya’ya kaydırılmıştır.
Üretimine 1950 yıllarında Unilever tarafından başlanan VİTA, katı yağ ve margarin kategorilerinde yer alan diğer ürünlerin bile adını VİTA olarak değiştirecek kadar benimsenmiştir. Kırmızı Vita yazısının üzerinde bulunduğu sarı tenekenin yaygın şekilde saksı olarak kullanılması da hafızalara kazınmıştır. Fakat yıllar geçtikçe değişen beslenme tercihlerinin olası etkisiyle raflardan çekilen Vita, 2010 yılında Aymar tarafından satın alınarak yeniden canlandırılmıştır. Vita, ürün çeşitlerini genişleterek sadece vanaspati tipi yağ değil, ayçiçek, zeytinyağı, margarin gibi farklı türler de üretmeye başlamıştır.
1922’de Türkiye’nin ilk makarna fabrikası olarak kurulan PİYALE, 1976 yılında kurulan Türkiye’nin ilk modern süt tesislerinden biri MİS SÜT, 1955‘te kurulan Türkiye’nin ilk yerli deterjan markası MİNTAX deterjanları gibi bazı markalarımız da çeşitli satın almalar sonucu el değiştirerek özel ürün kategorisinde Şok Marketler çatısı altında varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bu markalar, özellikle baby boomers ve X kuşağı için bir dönem çok popülerken zamanla global markaların pazara girmesiyle rekabete yenik düşerek yok olmuşlardı. Ancak bu retro markalar, marka değerleri çok yüksek olduğu için büyük işletmelerin himayesinde yeniden hayat bulup canlandırılan mağaza markaları olarak tüketiciyle buluşmaktadır.
Kültür ve sanat alanında yok olan markalarımız
Bugünlerde yerini yeni nesil kahvecilere devreden pastane kültürü, 1940’larda özellikle İstanbul’un Pera bölgesinde yer alan, hem zarif art nouveau tarzı iç mekan mimarisi hem de ürünleri ile fransız esintisi taşıyan MARKİZ ve LEBON Pastaneleri ile akıllara kazınmıştır. Geçmişin acı tatlı günlerine tanık olan ve dönem insanlarını tanıştırdıkları frankofon kültürü nedeniyle Markiz ve Lebon Pastaneleri bir döneme damga vurmuştur.
Şehirde lüks tüketimin başladığı, insanların arkadaşlarıyla ya da aileleriyle sosyalleşebileceği, dönem şair ve yazarlarının uğrak noktası Markiz ve Lebon Pastaneleri, İstanbul’un modernleşme sürecinde çok önemli bir rol üstlenmişlerdir. Ne yazık ki, Beyoğlu’nun zevksiz ve kaba insan eliyle değişen yüzü, bu iki simge markayı da beraberinde götürerek yerini ruhsuz ve sıradan toplanma mekanlarına bırakmıştır.
Atatürk vizyonu ile markalaşmanın önemi
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” diyen ATATÜRK bugünün Almanya’sına benzer şekilde tüm Anadolu’yu kalkındırmak ve bunu da sürdürülebilir kılmak için pek çok ilde farklı endüstrilerde fabrikalar açan müthiş bir dahi idi. Atatürk’ün mirasına sadık kalan ve onun izinden vazgeçmeden ilerleyen bir Türkiye, her alanda dünya sahnesindeki güçlü yerini alacaktır.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken hepimize düşen toplumsal görevlerin bilincinde olarak Atatürk’ün hayalini kurduğu “muassır medeniyetler” seviyesine ulaşmış bir Türkiye için markalaşmanın öneminin farkında olmalıyız. Atatürk’ün modern Türkiye vizyonunu temsil eden markalar, Türk kültürünü ve değerlerini yansıtarak uluslararası arenada tanıtılmalıdır. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e olan borcumuzu bir parça da olsa ödeyebilmek için ulusal ve uluslararası düzeyde tanınmış, marka değeri yüksek ve rekabetçi markalar yaratıp ekonomik büyüme ve kalkınmaya katkıda bulunulması gerekmektedir.
Bu sayede kültürel mirasın korunması ve ulusal kimliğin güçlendirilmesi desteklenirken Türkiye’nin uluslararası pazarda rekabetçi bir oyuncu olması ve Türk halkının yaşam kalitesinin artırılması da sağlanmış olacaktır.
Cumhuriyetimizin 100. yılı kutlu olsun.
Kabataş Erkek Lisesi'nde lise eğitimi alarak, İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nde lisans eğitimini tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi MBA ve Marmara Üniversitesi Global Pazarlama alanında yüksek lisansı bulunmaktadır. İlaç, telekomünikasyon, insan kaynakları sektörlerinde çeşitli firmalarda satış ve pazarlama alanlarında farklı roller üstlenmiş olup, halihazırda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İşletme Bölümü'nde doktora yapmaktadır.