Restoranlar dolu, trafikte adım atacak yer yok, AVM’ler insan kaynıyor. Bu manzarayı görenler, “Ekonomik kriz mi? Nerede?” diye soruyor. Ama işin aslı şu ki, bu kalabalıklar refahın değil, gelir açısından makasın çok açılmış olması ve arka arkaya yaşadığı sıkıntılardan bunalan tüketicinin krizle başa çıkma arayışının göstergesi.
Türkiye’de para, giderek daha küçük bir grubun elinde toplanırken, orta sınıfın alım gücü eriyor. Restoranlardaki kalabalıklar, psikolojik kaçış ve görünürlük kaygısının izlerini taşıyor.
Ne yazık ki Türkiye, uzun süredir ekonomik gelir adaletsizliğinin gölgesinde boğuşuyor. Gelir dağılımı eşitsizliğini ölçen Gini katsayısına göre, Türkiye’de zengin ile yoksul arasındaki fark giderek açılıyor. Dünya Bankası verilerine göre, ülkenin en zengin %10’u toplam gelirin %54’ünü elinde tutarken, en yoksul %50 ise bu gelirin yalnızca %12’sine erişebiliyor. Bu, zengin bir azınlığın tüketim gücünü koruduğu, geri kalan büyük çoğunluğun ise alım gücünün dramatik şekilde eridiği bir tabloyu gözler önüne seriyor. Orta sınıf ise bu daralan gelir pastasında adeta yok oluyor. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre, son 10 yılda orta gelir grubunun oranı %37’den %27’ye geriledi.
Bu gelir eşitsizliği, toplumun tüketim alışkanlıklarına ve davranışlarına doğrudan yansıyor. Restoranların doluluğu, krizden etkilenmeyen küçük bir kesimin harcamaları ve borçla yaşamaya çalışan geniş bir kitlenin psikolojik kaçış arayışıyla birleşiyor. Psikolog Dr. Ayşe Tüzen, “Ekonomik kriz dönemlerinde, bireyler kısa süreli tatmin sağlayan harcamalara yönelir. Lüks bir restoranda yemek yemek, bireyin kendisini iyi hissetmesi ve krizle başa çıkması için bir araç haline gelir. Bu, gelir düzeyinden bağımsız bir davranış biçimidir” diyor. Ancak bu tüketim biçimi, sürdürülebilir bir refah göstergesi değil; aksine, artan borçların habercisi.
Dolup taşan restoranlar, boşalan cüzdanlar
Kredi kartı verileri bu durumu daha da netleştiriyor. Türkiye Bankalar Birliği’nin 2024 üçüncü çeyrek raporuna göre, bireysel kredi kartı borçları son beş yılda %130 oranında artmış durumda. Aynı dönemde, bireysel kredi kartı kullanıcılarının %35’i asgari ödemeyi dahi yapamayacak duruma gelmiş. Bu da restoranlardaki kalabalıkların, aslında kredi kartı limitlerinin doluluğunu gösterdiğini ortaya koyuyor. Bir başka deyişle, bugün harcanan paralar, gelecekte ödenecek yüksek faizli borçlar demek.
Trafikteki araç yoğunluğu da yanıltıcı bir başka refah göstergesi. İkinci el araç piyasasındaki fiyatlar, son üç yılda %200’ün üzerinde artış gösterirken, sıfır araç almak büyük bir kesim için hayal oldu. Buna rağmen, trafikte her yer araba dolu. Bunun nedeni, araçların artık ulaşım aracı olmaktan çok yatırım ve statü simgesine dönüşmüş olması. İnsanlar, günlük ihtiyaçlarını karşılamak yerine, araçlarını alıp satmayı bir gelir kapısı olarak görüyor. Ancak yükselen akaryakıt fiyatları nedeniyle arabalar kullanılmak yerine park yerlerini dolduruyor. Türkiye’de benzinin litre fiyatı son iki yılda %150 artmışken, arabaların trafiği doldurması refah değil, bir illüzyon.
Orta sınıfın yok oluşu ve gelir eşitsizliğinin artışı, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyolojik bir kırılmayı da beraberinde getiriyor. Sosyal medyanın etkisiyle insanlar, borçlanarak da olsa kendilerini lüks içinde göstermeye çalışıyor.
Sosyolog Prof. Dr. Mehmet Yılmaz, bu durumu “sosyal görünürlük baskısı” olarak adlandırıyor ve ekliyor: “Artık insanlar yalnızca başkalarına göstermek için tüketiyor. Bu, kriz dönemlerinde daha da artıyor. Bir restoranda yemek yemek, sosyal medya paylaşımıyla bir statü göstergesine dönüşüyor.”
Sonuç olarak, Türkiye’nin dolup taşan restoranları, AVM’leri ve artan trafik yoğunluğu, ekonomik refahın göstergesi değil. Ekonomik kriz, bireylerin psikolojik savunma mekanizmalarını ve sosyal davranışlarını kökten değiştirdi. Görünenin ardında, borç yüküyle ezilen bir toplum ve daralan bir orta sınıf var. Bu tablo, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir çöküşü de işaret ediyor. Eğer bu krizden çıkış aranıyorsa, önce bu yanılsamaları görüp gerçeklerle yüzleşmek, ardından gelir eşitsizliğini azaltacak yapısal reformlara yönelmek gerekiyor. Çünkü bir toplumun refahı, kalabalık restoranlarda değil, adil gelir dağılımında saklı.
Kabataş Erkek Lisesi'nde lise eğitimi alarak, İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nde lisans eğitimini tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi MBA ve Marmara Üniversitesi Global Pazarlama alanında yüksek lisansı bulunmaktadır. İlaç, telekomünikasyon, insan kaynakları sektörlerinde çeşitli firmalarda satış ve pazarlama alanlarında farklı roller üstlenmiş olup, halihazırda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İşletme Bölümü'nde doktora yapmaktadır.