Son yıllarda ülkemizde uygulanan ekonomi politikalarına dair en ilginç durumlardan biri, birbirinin tam zıddı olan icraatların aynı iktidar tarafından aynı heyecan ve özgüvenle hayata geçirilmiş olması. Hızlı bir arşiv taraması yapıldığında tüm politika değişikliklerinin kamuoyuna çok önemli bir reform olarak ve iddialı ifadelerle sunulduğu görülüyor. Tabii ki bu U dönüşlerinin sayısı arttıkça birbiriyle tezat oluşturan söylemlerin kayıtlara geçmesi de kaçınılmaz oluyor. Özellikle son 5-6 yıla dönüp baktığımızda, deneme tahtasına dönen ekonomi yönetiminde yaşadıklarımızı acı tebessümlerle hatırlıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra ekonomi politikalarında ilk önemli değişim 2020’nin sonlarında yaşandı. Bunun öncesinde, 2018 yılının ikinci yarısındaki Rahip Brunson krizi Merkez Bankası’nın faiz arttırımı konusunda yeterince hızlı davranmasıyla geride bırakılmış, enflasyon ve döviz kurları kontrol altına alınmış gibi görünüyordu. Ancak, Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısından güçlü kalabilmesinin Merkez Bankası’nın döviz rezervlerindeki büyük bir erime sayesinde olduğu ortaya çıkınca işler karıştı. 7 Kasım 2020 tarihinde para politikasındaki değişiklikleri uygulamaya koyması için TCMB Başkanlığı’na Naci Ağbal atandı.Bunu takip eden günlerde, görevinden affını isteyen Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın yerine de Lütfi Elvan getirildi.
Bu değişikliklerin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıldığını, önceliğin enflasyonun tek haneli rakamlara çekilmesi olduğunu açıkladı. “Yapısal reformları hızlandırarak, içine hapsedilmeye çalışıldığımız faiz, kur, enflasyon şer üçgenini kırarak üretim ve istihdam merkezli bir sistem kurmakta kararlıyız” sözleriyle, politika faizinin gerçekçi bir şekilde belirlendiği yeni dönem açıkça bir reform dönemi olarak adlandırılıyordu. Merkez Bankası rezervlerinden eksilen 128 milyar doların nerede olduğu hâlâ merak ediliyor, ama yeni gelen yönetimin gizli kapaklı işler yapmıyor olması piyasalara güven veriyordu.
20 Mart 2021’de TCMB politika faizinin yüzde 19’a çıkarılmasının hemen ardından Naci Ağbal’ın görevine son verildi ve reform dönemi beklenmedik şekilde sonra ermiş oldu. Bazı yayın organlarında Ağbal’ın başında olduğu Merkez Bankası yönetiminin yüksek faizle ülke ekonomisine ‘operasyon çektiği’ dahi iddia edilmişti. Sadece 3 ay önce faiz, kur, enflasyon şer üçgenini kırma çabasının bir parçası olan sıkı para politikaları, ülkemizin kötülüğünü isteyen mihrakların empoze ettiği uygulamalar olarak gösterilmişti. Aradan geçen 3,5 yılın ardından, TCMB’deki değişim operasyonunu hangi güç odağının organize ettiği hâlâ ortaya çıkmış değil.
‘Faiz sebep, enflasyon neticedir’
Yerli ve yabancı yatırımcılar TCMB yönetimindeki ani değişimden hiç de memnun olmayıp piyasalar tekrar karışınca, köklü bir politika revizyonu için birkaç ay beklendi. 23 Eylül 2021 tarihinde ise Şahap Kavcıoğlu başkanlığındaki Merkez Bankası politika faizinde ilk indirimi yaptı. Böylece, Saray’ın ısrarla savunduğu düşük faiz uygulamaları farklı bir boyuta geçmiş ve iddialı olduğu kadar riskli bir iktisadi deney başlamıştı. Yeni faiz politikasının önemli bir ögesi olduğu Türkiye Ekonomi Modeli’nin yatırım, istihdam, üretim ve ihracat odaklı olduğu ve temel amacının da uzun vadede orta gelir tuzağını aşmak olduğu söyleniyordu.
2021’in sonlarında Türk Lirası’nın değer kaybı beklenenin çok ötesine geçip, fiyat artışları vatandaşların canını yakmaya başladıkça, yeni ekonomi modelini rasyonalize etmeye yönelik açıklamalar da sıklaştı. Tam 19 yıldır yeni modelin hazırlıklarının yapıldığı, artık ülke ekonomisinin kronik hastalıklarını tedavi etme aşamasına geçildiği söyleniyordu.
‘Kur korumalı mevduat’ adı verilen finansal enstrümanının da duyurulduğu 20 Aralık 2021 tarihli konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan “Artık bu ülke yüksek faizle parasına para katanların cenneti olmayacak. Artık bu ülke ithalat cenneti olmayacak” ifadelerini kullanmıştı. Konuşmadaki dikkat çekici bir diğer bölüm “Artık bu ülke sıcak para hülyasıyla avutulup, ekonomisi asıl ihtiyaç duyduğu atılımlardan uzak tutulan bir ülke olmayacak” cümlesiydi.
Dönemin Hazine ve Maliye Bakanı’nın “Sıcak parayı istemiyoruz. Ne zaman geleceği belli ne zaman gideceği belli değil çünkü. Giderken ne tür tahribatları yapacağını birçok defa gördük” sözleri de yeni ekonomi modelinin temel yaklaşımı vurguluyordu. Yeni modelde faizler düşük olacak, Türk Lirası’nın değeri suni olarak yüksek tutulmayacak ve böylece yabancılara portföy yatırımlarından risksiz bir şekilde para kazandıkları bir ortam sağlanmamış olacaktı.
Türkiye Ekonomi Modeli’nin sonu
Düşük faizlere dayalı ekonomi modeli 2023 yılının ortasına kadar uygulandı. Sürdürülemez olduğu muhtemelen çok önceden anlaşılmıştı ama Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce yapılacak bir politika değişikliğinin olası siyasi maliyeti göze alınmadı. Nitekim, neden olduğu yüksek enflasyona rağmen, 1,5 yılı aşkın bir süre devam eden ultra-gevşek faiz politikalarının vatandaşları bir şekilde mutlu edip seçimi kazandırdığı dahi söylenebilirdi.
14-28 Mayıs 2023 seçimleriyle birlikte bir reform dönemi daha sona ermiş oldu. Türkiye Ekonomi Modeli’nin ömrü dolmuştu ama sıradan vatandaşa maliyeti de çok büyük olmuştu. Türk Lirası’na yatırım yapanların birikimleri erirken, konut ve arsa fiyatları 5’e, 10’a katlanmış, fiyatlar sürekli arttığı için otomobil dahi bir yatırım aracına dönüşmüştü.
Makroekonomik göstergelere bakıldığında, düşük faiz politikasının ekonomi yönetimince öngörülemeyen birçok olumsuz sonucu olduğu ve “Ne yaptığımızı biliyoruz” sözlerinin doğru olmadığı görülmüştü. Öncelikle, düşük faizlerin düşük enflasyona yol açacağı tahmin ediliyordu ama bunun tam tersi olmuş, yıllık enflasyon bir ara yüzde 80’i aşmıştı.
Düşük faiz politikasının kaçınılmaz bir sonucu olan ve ‘plan’ın bir parçası olduğu söylenen yüksek döviz kurlarının dış ticaret dengesini olumlu yönde değiştireceği umuluyordu ama 2022 ve 2023 yıllarda GSYH’nin yüzde 4-5’i düzeyinde cari açık verildi. Bu cephedeki en çarpıcı durumlardan biri tüketim malları ithalatında yaşandı. Aylık tüketim malları ithalatı, faiz indirimlerinin başladığı dönemin iki katına çıktı.
Ağırlıklı olarak motorlu taşıtların ithalatından kaynaklanan bu durum aslında düşük faiz politikasının ekonomi yönetimince öngörülmeyen bir başka sonucuydu. Yukarıda da değindiğimiz gibi, fiyatı sürekli artan ve ucuz kredilerle kolayca ulaşılabilen otomobiller bir yatırım aracına dönüşürken, çeşitli ithal ürünlere olan talep de bozulan enflasyon beklentileriyle birlikte öne çekilmişti.
Başlangıçta müthiş bir icat gibi sunulan ve düşük faiz politikasının ömrünü uzatan ‘kur korumalı mevduat’ ise zaman içinde çığ gibi büyüyen kur farkı ödemelerinden dolayı Hazine ve Merkez Bankası için ciddi bir yük olmaya başladı. Sonunda Hazine bütün kur farkı ödemelerini TCMB’ye devretmek durumunda kaldı. Bunun sonucunda, her yıl kâr etmesine alışık olduğumuz Merkez Bankası 2023 yılında 818 milyar lira zarar etti. Böylece bankanın en büyük hissedarı olan Hazine de kayda değer miktardaki bir kâr payından mahrum kalmış oldu.
Faizler düştükçe Hazine’nin faiz harcamalarının azalması ve böylece bütçe dengesinin iyileşmesi bekleniyordu ama bunun da tam tersi oldu. Enflasyona endeksli devlet iç borçlanma senetlerinin oluşturduğu faiz yükünün de katkısıyla, iç borcun faiz ödemeleri ana para miktarını dahi aştı. Yüksek faize karşı açılan savaşın belki de en ironik sonucu bu tarafta ortaya çıkmıştı.
Seçim sonrası sahte cennete veda
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile birlikte göreve gelen yeni TCMB yönetiminin 22 Haziran 2023’te yaptığı faiz arttırımıyla ekonomide yeni bir sayfa resmen açılmış oldu. Düşük kredi faizlerinin, bedava doğalgazın, yüksek oranlı maaş zamlarının yerini acı ilaçlar içeren bir reçete aldı. Bu yeni dönemin de Saray nezdinde bir reform dönemi olarak görüldüğü 2023’ün sonlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yurtdışı gezisinden dönerken yaptığı bir açıklamayla anlaşıldı.
Erdoğan “Önümüzdeki dönemde biz uyguladığımız sağlıklı politikalar ve yapısal reformlarla yatırımcı güvenini kazanacağız, halen de kazanıyoruz. Bu güven fon akışını tetikleyecek. Fon akışı TL’de reel değerlemeye sebep olacak. Bu da dezenflasyonu hızlandıracak, büyümenin aşağı yönlü risklerini sınırlayacak. Neticede hem makul düzeyde büyüyeceğiz, hem enflasyon düşecek bu koşullarda. Yani faziletli bir döngüye gireceğiz inşallah” sözleriyle yeni modele desteğini dile getirdi.
Bu açıklamanın en enteresan tarafı ülkeye para girişi sonucunda Türk lirasının değer kazanmasının ve bunun da dezenflasyona katkı yapmasının ‘faziletli bir döngü’nün bir parçası olarak görülmesiydi. İki yıl kadar önce çok neredeyse tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen yabancı fon akımları, bir kez daha ekonominin düzlüğe çıkması için bir çözüm olarak görülmeye başlanmıştı.
3 yıl önce, 3 yıl sonra
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekonomi yönetiminin ağır toplarının geçtiğimiz ay New York’a yaptığı ve uluslararası finans kuruluşlarına sıkı para politikasının devam edeceğinin garantisinin verildiği gezi, Merkez Bankası’nın faiz indirimlerine başlamasının tam da üçüncü yıldönümüne denk geldi. Bu denk geliş takvimin mi, yoksa kaderin mi bir cilvesi midir bilinmez ama, tekrar yaşanması zor olan bir rastlantı olduğu kesin. Şimdi ABD’deki finans baronlarının da, sade Türk vatandaşlarının da en çok merak ettiği şey sıkı para politikası sözünün ne kadar süreyle tutulabileceği. Çünkü bir seçim ya da referandumun ufukta görünmesiyle birlikte ekonomi politikalarında her şey bir kez daha alt-üst olabilir.
Cem Başlevent’in tüm yazıları için tıklayınız.
1973 İstanbul doğumlu olan Prof. Dr. Cem Başlevent, ekonomi alanındaki yüksek lisans ve doktora derecelerini Boğaziçi Üniversitesi'nde almıştır. 2000-2023 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde çalışan Başlevent, halen İstanbul Kültür Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Akademik çalışmaları bireylerin işgücüne katılımı, politik tercihleri, yaşam memnuniyeti gibi konuları kapsamaktadır.